15 Ekim 2012 Pazartesi

Yaz Bitmemeliyken








Pek kıymetli plan ortaklarım, yaniii benim ''sevgili okur''um..
Yaz bitmek bilmiyor bitmesin..
Aşk da sevda da..
Özlem de..
Seversen özlersin ya.. iyidir o da kanımca, özleyebilmek de..
Yaz biraz daha kalsın diye, ekim ayı Bloğum Dergisi'nde yayınlanmış yazım.. 
Mini minnacık birkaç değişimle..
Ruhunuza...

...




Merhabalar
Her yazdığım yazıyı birilerine adamak gibi bir huyum var ya birazdan yazacaklarım da saksı çiçekleriyle sohbet eden, ve bu söyleşmenin çiçeklere iyi geldiğine inanan  herkese gelsin. 
İyi insanlardır onlar. Daha da çoğalsalar, çiçekler gibi. 

...

Duyduğumdan beri beni etkileyen bir şey var. Sunay Akın'dan dinledim bir vakit. 
Üstelik çok da normal bir şeymiş gibi hepsini peşpeşe anlatıverdi.
Efendim , Ahmet Mithat Efendi  ''Paris'te Bir Türk '' adlı romanını Paris'i hiç görmeden yazmış. 
Sonra , Orhan Veli de Paris'i öyle bir anlatırmış ki sanırsınız doğma büyüme oralı. Hangi sokak hangi sokağı keser, hangi bulvar üzerindeki  hangi kafede kahve içilmelidir, daha neler neler? 
Pasaportu bile yokmuş Orhan Veli'nin (Orasını bilemem)

Ya Cemal Süreyya'ya ne demeli? O da Paris'te bir otel odasında, daha önce hiç görmediği Kars için bir şiir yazmıştır. (Burada da bir Paris olmalı) 
Hatta Kars'ı gördükten sonra bir şiir daha yazmış, beğenmemiş, yırtıp atmıştır. Oysa yırtıp atılmasa , bu iki şiir yanyana gelse , bir müze açılsa ''Düşler Tarihi Müzesi''  ve  müzenin girişinde bu şiir bizi karşılasa, bir camekanın içinde...

Etkilendim bu  dehadan. Etkilenmemek elde değil. Hem kalemlerindeki ustalıktan, hem de hayal güçlerinin kuvvetinden.
Özellikle Orhan Veli'ye kefilim. ''Rakı şişesinde balık '' olmak isteyen Orhan Veli'ye. ''İşi gücü gece gökyüzünü maviye boyamak olan '' Orhan Veli'ye.
Bir Garip  (!) Orhan Veli'ye..

Sonra düşündüm. Ben nereyi anlatabilirdim hiç görmediğim? Hem de nasıl anlatırdım?
Buldum.. Buldum sonunda...

...


Ben en çok Eski Datça'yı severim, serin , kişilikli taş evleriyle. Sokakları sanat evleriyle , taş kahveleriyle  dolu,  rengarenk. 
Lacivert, beyaz ve begonvil rengidir en çok da Datça. 
Dağları kekik kokar, insanı  huzur. 
Huzurun bir kokusu, rengi olduğuna burada karar verilebilir, insanların yüzlerinden okunacak bir şey olduğuna da.
Cömerttir Datça. Esirgemez güneşini, yelini, suyunu, havasını. 
Alır seni koynuna, öyle sımsıkı kucaklar ki  anacığının koynuna dönecek yavru gibi döneceğinden emindir senin.
Bunaltmaz seni, rüzgarı vardır. 
Seni sana bırakır, sessizliği vardır.
Öper seni yanağından Datça, silmezsen orada kalır.
Oturursun bir tahta mavi masaya, karşında şirin mi şirin taş camii, şükredersin Yaradana. 

Can Yücel'dir Datça. Taş evlerinin sarmaşıklarına tutunmuştur şairin  dizeleri. 
Bir küfür de sen savurursun hatta, en üsturuplusundan  ''Burada şair  olmayıp da ne halt edeceksin? ''

Şaire hak verirsin.. ''Başka türlü bir şey'' dir ya istediği  ''Denizi ayrı deniz . Havası ayrı hava...''
Al işte sana...



Ben gideceğim Datça'ya. Henüz hiç gitmedim.
Bakkala borcum var. Gidip  onu kapatacağım.
Bisikletimi unutmuşum, gidip onu alacağım.  
Badem ağacı beni unutmuş, kendimi hatırlatacağım.
Aylardan ağustos Can Baba'yı anacağım. 
Bir hayalle geldim Datça'ya , bir hayalle döneceğim.

'' Neyin var olduğu 
neyin yok olduğu belli değil hayatta.
Çok usta bir sihirbazmış şu hayat.
Var olanı yok, yok olanı var kılıyor.
Yok olmaya karşı ,
 Şiir Miir... ''  (Güler Yücel )


...

Yüreğimizin ellerinden tutarsak nerelere gitmeyiz ki?
Kimler olmayız?
Hem de neler oluruz..
Ben de gittim Datça'ya. Hem de nasıl gittim..
Böyle bir gitmek olamaz..

Olabilir..

''Hiç kimse ,kolları olmayan biri kadar, kusursuz bir kucaklama hayal edemez. ''



...


Bu yazıyı yazarken ne dinledim ?